Bu yazımı dans eder gibi okumak için kendinizi cümlelerin ritmine bırakın. Yazıma birkaç önemli soruyla baslamak istiyorum.
Küçük yaşlardan itibaren birbirinden uzaklaştırılan kız ve erkek çocukları, yan yana gelince birbirlerine sadece insan olarak bakabilecekler miydi? Yoksa çocukluklarından itibaren beyinlerine kazınan cinsel obje olarak mı bakacaklardı? Erkekle kadın yan yana gelince ne olurdu? Dürtülerin kontrol altına alınması insan olma özelliği değil miydi? Bu yüzden kız ve erkek çocuklarının küçük yaşlardan itibaren yan yana olması, birbirlerine cinsel obje olarak değil insan olarak bakabilmeyi öğrenmeleri gerekmez miydi? Peki tüm bu kaygıların giderilmesinde dansın yeri neydi?
Dansın tarihî mağara duvarlarına çizilen dans eden insan figürlerinin varlığıyla neredeyse insanlık tarihi kadar eskiye dayandırılmıştı. Doğa olaylarını taklit eden sesler, hareketler zamanla kutsallık kazanarak dini ve kutsal törenlere daha sonra da bu özellikten uzaklaşarak eğlence, bayram ve festivallere dönüştü.
Türklerde ise dansın tarihi Şamanizm inancıyla yapılan dinsel danslara dayandırılmıştı. Selcuklu Türklerinde ise müzikle dans devam etmiş hatta Mevlevi ve Bektaşi tarikatlarında dini ayin olarak devam etmişti. Ayrıca Selçuklu Türklerinde kadın- erkek çalgıcılar eğlencelerde bir arada bulunur ve dans ederdi.
Osmanlı kültüründe ise dansın seyri şenliklerde köçek, çengi, rakkas, pecilebaz, kasebaz, tasbazların beceri sergilediği danslar yapılıyordu. Kadınların dansı ise harem, kahvehane, köle pazarı, saray teraslarında cariye odalık köle ve rakkaseler olarak betimlenirdi ve ne yazık ki dans ve eğlence, kötü kadın imajı ile bir tutuluyordu. Türkiye'de Atatürk eli ile bir toplumsal dönüşüm yaşanmış kadın ve erkek bir arada yapılan dansa saygınlık kazandırılmıştır.
Özgürlüğüne düşkün olan Atatürk kabul edilmiş geleneklerin aksine kadın ve erkek bir arada yapılan dansları öğrenmişti. Özgür ruhu bedenine yansımış, aklının ve vicdanının sesine kulak vermiştir.
BİR ATATÜRK HARİTASIYLA DEVAM EDELİM
29 Ekim 1925 Cumhuriyet Balosu, fresko gazinosunda olmuştu. İlk dansı Fransa elçisinin kızı ile açan Atatürk geç vakte kadar hiç dans etmeyen birkaç genç subay görmüş, subaylar da kadınların kendileriyle dansa kalkmadıklarını söylemişti. Bunun üzerine Atatürk şunlari dile getirdi.
"Arkadaşlar, dünyada hiçbir kadının, üzerinde subay üniforması taşıyan bir Türkle dans etmek istememesini kabul edemem. Şimdi size emrediyorum. Dağılın salona! Marş! Marş! Dans!"
Ankara'da cuma akşamları danslı toplantılar düzenlenmeye başlanmış ve ortaya yeni bir meslek çıkmıştı. "DANS ÖĞRETMENLİĞİ"
Yazımın sonlarını şu sözlerle bitirmek isterim.
Denilebilir ki dans devrimini yapan ve yürüten tek başına Atatürk'tür ve biz bugün kadın erkek bir arada isek, kadın erkek bir arada gülebiliyorsak, kadın erkek bir arada dans edebiliyorsak, bunu Atatürk'e borçluluyuz.
Kim derdi ki devrim gülmek, dans etmek. Kim derdi ki devrim güldürmek, dans ettirmek.